Kalplerin katılaştığı hatta taşlardan da sert olduğu bir zamandı. İçinden ırmaklar fışkıran, yarılıp ortasından sular çıkaran, Allah korkusuyla yuvarlanan, Allah’ın rahmetiyle bağrı filizlenen taşlar vardı oysa. (Bakara, 2/74.)
Ancak çöl sıcağını emerek yanan, yandıkça kararan, katılaşan kalpler, taşlardan daha da sert durumda idi. İman nedir, takva nedir, Allah aşkıyla atmak nedir bilmeyen bu kalplerin her biri, bir esfel-i safilînin göğsünde atıyordu şimdi. Küfür, inkâr ve isyan ile dolup taşan, cahiliye taassubunu yüklenen kalplere paslı kilitler vurulmuştu. İşte kalplerin kin ve nefret yüklendiği, kibirle küçüldüğü, hasetle kavrulduğu, türlü günahlarla karardığı böyle bir zamanda mübarek bir el geldi, her bir kalbin üzerindeki kilidi açtı. Yüreklerindeki kirden, pastan, hastalıklardan kurtulmaları için Tabîbü’lkulûb (s.a.s.), insanlara çeşitli devalar sundu ve buyurdu ki:
“Kul bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta oluşur. Bundan vazgeçip tövbe ve istiğfar ettiği zaman kalbi parlar. Günahtan dönmez ve bunu yapmaya devam ederse siyah nokta artırılır ve sonunda tüm kalbini kaplar. Allah’ın (Kitabında) ‘Hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır.’
(Mutaffifîn, 83/14.) diye anlattığı pas işte budur.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 83.)
Kalplerdeki pasa işaret etmişti Nebî. Buna göre her bir günah ile siyah bir nokta beliriyordu insanın kalbinde. Kişinin söylediği her yalan bir leke bırakıyordu geride. (Muvatta, Kelâm, 7.)
Harama her tenezzül ile kin, nefret, kibir ve nifak ile biraz daha kararıyordu kalpler. Bencillik, cimrilik, haset ve her bir kötülük siyah bir nokta demekti kalpte. Bir nokta, sonra bir nokta daha… Zamanla alışıyordu insan kalbindeki siyahlıklara. Şeytan da sinsi telkinleriyle kişi ile kalbinin arasına girince, günahlar daha masum, daha sevimli hatta süslü görünüyordu insana. Artık gözlerinde perde, kalbinde mühürle, karanlıklara alışan insanın gözü görmüyordu yüreğindekileri. Üstelik rahatsız da olmuyordu kaçırdığı iyiliklerden, yaptığı kötülüklerden pişmanlık duymadığı gibi. Böylelikle her bir siyah nokta büyüdü, çoğaldı ve insanın özünü, masumiyetini, insanlığını yutan kara delikler haline geldi. İşte böyle kalpler, Kur’an’ın ifadesiyle, kördü
(Hac, 22/46.), kilitliydi (Muhammed, 47/24.), mühürlüydü (Câsiye, 45/23.), hastalıklıydı (Hac, 22/53.), perdeliydi (Bakara, 2/88.) ve taşlardan bile daha sertti. (Bakara, 2/74.)
Kalplerdeki hastalıkların yanında, onların şifa kaynağına da işaret ediyordu Kutlu Nebî. Buna göre kalpler kaskatı kesilmeden, gözlere perdeler inmeden yani kalbi ölmeden kul, Rabbinin huzuruna vararak samimiyetle, ihlâsla, kalbindeki lekelerden utanarak, günahlarının o ağır yükünü boynunda hissederek O’ndan af dilerse ve tekrar dönmemek üzere günahlarına tövbe ederse işte o zaman kendisini arındırmış olur. Zira kendisine iyilik ve kötülük ilham edilmiş olan insan (Şems, 91/8.), hidayete de dalâlete de meyyal bir yapıya sahiptir. Her insan günah işleyebilir ancak Hz. Peygamber’in ifadesiyle, günah işleyenlerin en hayırlıları tövbe edenlerdir. Hatta tövbe ederek kalbini temizleyen kişi, hiç günahı olmayan kimse gibidir. (İbn Mâce, Zühd, 30.)
Esasında insanın kalbi, yapısı itibariyle değişkendir; halden hale, renkten renge bürünebilmektedir. Bu durumu Allah Rasûlü şöyle izah eder:
“Kalbe kalp denilmesinin sebebi, onun çok değişken olmasıdır. Kalbin misali çöldeki bir ağacın üzerinde asılı kalan kuş tüyünün misali gibidir. Rüzgâr onu bir oraya bir buraya savurur.” (İbn Hanbel, IV, 409.)
Kalplerin bu özelliğinden dolayıdır ki Sevgili Peygamberimizin ‘Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Rabbim! Benim kalbimi de dinin üzere sabit kıl.’ duasını sıkça tekrarladığını çevresindekiler nakletmişlerdir. (Tirmizî, Deavât, 89.)
Hatta Rasûl-i Ekrem, kalbinin perdelenmesinden dolayı her gün yüz defa Rabbinden bağışlanma dilemiş(Müslim, Zikir, 41.)
ve O’ndan günahlarından arınmış, temiz bir kalp istemiştir: “Allah’ım! Günahlarımı kar ve dolu suyu ile yıka ve beyaz elbiseyi kirden temizler gibi kalbimi hatalardan arındır.” (Buhârî, Deavât, 39.)
Allah Rasûlü, insanların ölü kalpler taşıdığı bir zamanda onların kalplerini imanla diriltmiş; takvayla, merhametle, muhabbetullahla, Kalplerin Sahibi ile tanıştırmış ve yüreklerin saffetini korumaya dair tavsiyelerde bulunmuştur. Hz. Peygamber’in torununu öpüp kokladığına şahit olan Akra‘ b. Hâbis bu durumu hayretle karşılayıp “Sizler çocuklarınızı öper misiniz, hâlbuki biz onları öpüp okşamayız.” dediğinde ona “Allah senin kalbinden merhameti çekip almışsa ben ne yapayım?” diyerek sitem etmiştir.(Buhârî, Edeb, 18.)
Kalbinin katılığından şikayetçi olan birine yüreğinin yumuşaması için fakirin ihtiyacını karşılamasını ve yetimin başını okşamasını tavsiye etmiştir. (İbn Hanbel, II, 264.)
Kendisine iyilik ve kötülüğün ne olduğunu soran Vâbisa b. Ma’bed’in göğsüne mübarek elleri ile dokunarak kalbine danışmasını tavsiye etmiş ve safiyetini koruyan kalbin iyi ve kötüyü işaret eden bir pusula, bir mihenk noktası olduğunu ifade eden şu sözleri söylemiştir: “İyilik, kalbinin huzur bulduğu ve içine sinen şeydir; kötülük ise insanlar ona onay verseler bile gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir.” (İbn Hanbel, IV, 227.)
Buna göre siyah lekelerle kararmamış,ferasetini kaybetmemiş, tövbelerle paslarından arındırılmış bir kalp, hakikatin aynası olabilmektedir. O halde, bizler de Allah Rasûlü’nün öğrettiği şekilde şuur, vicdan, idrak ve imanın merkezi, Rahman’ın nazargâhı olan gönül hanelerimizi mamur kılalım. Şefkatle yumuşasın, merhametle tanışsın kalplerimiz, sevgi bağı ile birbirine bağlansın, Allah’ı anmakla huzur bulsun. Nasuh tövbelerle temizleyelim gönüllerimizi, yetimlerin yüzlerine tebessümler kondurarak silelim kara lekelerimizi, paylaşmanın sevinciyle aklayalım kalplerimizi. Çorak yüreklerimizi hüzün yağmurlarıyla, başkaları için döktüğümüz gözyaşlarımızla yeşertelim. Rasûl’ün sığındığı gibi Rabbimize sığınalım Allah’tan korkmayan kalplerden. Elinden, dilinden ve kalbinden selamette olunan insanlar olalım. Kalplerimizden kimseye zarar gelmeyeceğinden emin olalım. El, dil, kulak, göz ile birlikte kalplerimizde biriktirdiklerimizin de ortaya konacağı o günde huzura kalb-i selîm ile varalım. Zira “O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a kalb-i selîm ile gelenler müstesna.” (Şu’arâ, 26/89.)