Sadaka verirken, yardımda bulunurken verdiğinin hesabını yapmak ve hesapçılığı alışkanlık haline getirmek insanı malının kölesi eder. Malına köle olan kişi artık iflah olmaz bir hastalık olan cimriliğin pençesine düşmüş demektir. Hâlbuki mülkün gerçek sahibi Allah’tır. İnsan ise O’nun bahşettiği sayısız nimetin yalnızca emanetçisi konumundadır. Bu durumda insana düşen, emanetin gerçek sahibi karşısında haddini aşmadan malını O’nun rızasına uygun şekilde harcamaktır
İnsanın asıl değerini Rabbine olan yakınlığı belirler. Rabbiyle arasındaki ilişki ne kadar canlıysa o kadar değerlenir ve güzelleşir insan. Bu ilişkinin en iyi göstergesi ise Kur’an’dır. Zira Kur’an okuyan Rabbiyle konuşur, Kur’an’a uyan Rabbin rızasına kavuşur. Peygamber Efendimiz bu hadisiyle bizlere, Kur’an’la olan ilişkimizin yaşantımıza etkisini çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır.
Allah’a dosdoğru inanan ve imanının gereğini yaşamaya gayret eden müminin Kur’an ile ilişkisi diğer insanlar gibi olamaz, olmamalıdır. Onun Kur’an’a bakışı diğer insanlardan farklıdır. Kur’an, onun için, ne olduğu bilinmeden okunup tekrar edilen, sıradan sözlerden oluşmuş bir kitap değil, çok değerli ve sağlam bir kitaptır. Ne önünden ne ardından batıl, ona yaklaşamaz. Hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir. (Fussilet, 41/41-42.) Bu yüzden de hikmet doludur. İnsanların doğru yolu bulmaları için her bir mesajı nakış nakış işlenmiş, âyetleri genişçe açıklanmış, birbirinden güzel öğütleri, kıssaları ve hükümleri defalarca tekrarlanmış bir hidayet rehberi; müjdeleyici ve uyarıcı bir kitaptır. (Zümer, 39/23.) Mümin bu bilinçle okur Kur’an’ı. Bir an önce bitirme hevesiyle değil, Kur’an okumanın bir ibadet olduğunun
farkında olarak, vakarla okur. Okuduğu her bir harf için on sevap kazanacağını bilerek (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 16.), harfleri yutmadan, açık seçik okur. Böylece o, Rasûlüllah’ın “Kur’an’ı gerektiği şekilde güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir.” (Müslim, Müsâfirîn, 244) müjdesine nail olur.
Kur’an’ı devamlı okuyan mümin, onu okumakta gösterdiği özeni anlamakta ve yaşamına geçirmekte de gösterir. Çünkü o, Kur’an’ın insan için bir yaşam rehberi olduğunu bilir. Kur’an’ı okurken Rabbinin “Bu, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri ibret alsın diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sâd, 38/29.) sözlerine şahit olur. O’nun Kur’an’ı bir yol gösterici (hüdâ) (Lokman, 31/2-39), hak ile batılı ayırt etmesine yarayan bir rehber (furkân) (Bakara, 2/185), inananların hep birlikte sımsıkı sarılmasını istediği “Allah’ın ipi” (hablullah) (Âl-İmrân, 3/103.) ve kopmak bilmeyen “sapasağlam bir kulp” (el-urvetu’l-vüskâ) (Bakara, 2/256.) olarak tanımladığını görür. Ona sımsıkı sarılır, onun gösterdiği sınırları gözetmeye gayret eder. Böylece Rasûlüllah’ın “Size öyle bir şey bıraktım ki ona sımsıkı sarılırsanız sapıtmazsınız: Allah’ın Kitabı.” (Müslim, Hac, 147.) sözleriyle belirttiği üzere, yolunu şaşırmaz ve istikamet üzere yaşar. Âyetleri onar onar öğrenen, öğrendiklerinin mânasını iyice kavrayıp kendileriyle amel etmeden diğer âyetlere geçmeyen sahâbe (Taberî, Tefsîr, I/80.) gibi hayat boyu Kur’an’ı yaşama gayretinde olur. Böylece her geçen gün Kur’an’ın nuruyla nurlanır, onun ahlâkıyla ahlâklanır. Tıpkı örnek aldığı Peygamber’i gibi. Zira Hz. Aişe validemizin ifade ettiği üzere “Rasûlüllah’ın (s.a.s.) ahlâkı Kur’an idi.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 26.) Bununla da bitmez müminin Kur’an ile bağı. Okuduklarını anlayıp, anladıklarını yaşamına geçirirken bir yandan da etrafındakilere aktarır bu güzellikleri. Kısacası “Kur’an okuyan mümin turunç gibidir; kokusu da güzeldir tadı da.”
Gönlünde iman, dilinde Kur’an ile içi de dışı da tatlı olan turunç gibidir mümin. Ku’ran ile bütünleşmiş hal ve hareketleriyle turunç gibi hoş ve sevimli görünür herkese. Göz alıcırengiyle insanları kendine doğru çeker. Güzel kokular saçan turunç gibi, sözleri ve fiilleri, örnek yaşantısıyla etrafına iyilik ve güzellikler saçar. Turuncun lezzet ve şifa kaynağı olması gibi o da insanların oturup konuşmaktan zevk aldığı, birlikte olduğu kişilerin kendisinde hayat bulduğu hayırlı bir arkadaş olur.
Mümin olduğu halde Kur’an’a gerektiği önemi vermeyen, onu devamlı okuyup onunla yeterince amel etmeyen kimse, Rasûlüllah’ın ifadesiyle “hurma gibidir; kokusu yoktur ama tadı güzeldir.” Tadı güzeldir, çünkü iç dünyası güzeldir, kalbi imanla doludur. Kur’an’ın İlâhî kelâm olduğunu bilir, onu okur ama okumayı düzenli ve devamlı bir alışkanlık haline getirememiştir. Dolayısıyla âyetler üzerinde düşünme ve onlarla amel etme noktasında daha çok eksiği vardır. İmanını Kur’an ile besleyemediğinden onunla hemhal olamamış, imanının güzelliğini hayatına aktaramamış, başkalarına da yansıtamamıştır. İşte bu yüzden kokusu olmayan hurmaya benzer. Nitekim, “Kur’an’ı öğrenin, onu okuyun ve okutun.” buyuran Peygamber Efendimiz, Kur’an’ı öğrenen, okuyan ve gereğini yapan kimseyi her tarafa koku yayan misk dolu bir kaba benzetirken, Kur’an’ı öğrenen fakat çevresine yaymayan kimseyi kapağı kapalı, koku yaymayan bir misk kabına benzetmiştir. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2.)
Münafıkların Kur’an ile ilişkileri daha farklıdır. Rasûlüllah’ın deyimiyle “Kur’an okuyan münafık reyhan otu gibidir; kokusu güzeldir ama tadı acıdır.” Zira münafık okuduğu Kur’an ile insanları etkileyebilir, sözleri ve güzel davranışlarıyla etrafında sevilen biri olabilir. Çünkü Allah’ın kelâmı olan Kur’an, kendisini okuyandan bağımsız olarak, sözlerin en güzeli ve en doğrusudur. Fakat münafığın okuduğu Kur’an, onun dudaklarından öteye geçemez, özüne inemez. Çünkü o, Kur’an’ın ruhunu arındırmasına, kalbini yumuşatmasına izin vermez, dolayısıyla onun bereketine eremez. Diliyle söylediklerine kalbiyle inanmadığı için ikiyüzlüdür. Belki söylediklerinin gereğini yerine getirir ama bununla Allah’ın rızasını değil, insanların beğenisini ka zanma arzusundadır. Bunu başarması da mümkündür, tıpkı reyhan otunun hoş kokusuyla insanları etkilediği gibi. Hatta sözleri ve fiileriyle belki başkalarına faydası da dokunur. Fakat yaptığı güzel ameller kendisine hiçbir fayda sağlamaz. Zira din, samimiyeti gerektirir (Müslim, Îmân, 95.) ve “Allah, ancak samimiyetle ve kendi rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder.” (Nesâî, Cihâd, 24.)
“Kur’an okumayan münafık ise Ebucehil karpuzuna benzer; kokusu olmadığı gibi tadı da acıdır.” Kuran okumayan münafığın ikiyüzlü olduğu daha aşikârdır. Onu sevimli kılacak güzel sözlerden, amellerden mahrum olduğu için sözleri, hal ve hareketleri, samimiyetsiz tavırlarıyla rahatsız eder insanları. İmanın tadına eremediğinden kendisine de faydası olmaz, mutsuz ve huzursuzdur.
Rasûlüllah, bu hadisiyle bizleri, Kur’an ile, dolayısıyla Rabbimizle ilişkimizi değerlendirmeye sevk ediyor. Dört çeşit insanın durumunu tasvir ederken, bunlardan hangisi olmak istiyorsak ona göre davranmamız gerektiğini öğütlüyor usulca, kırmadan, incitmeden. O halde biz de ona kulak verelim ve şu duayı dilimizden eksik etmeyelim: Allahümme zeyyinnâ bizîneti’l-Kur’ân (Allah’ım! Bizi Kur’ân süsü ile süsle)!