Abdullah b. Ömer (r.a.)’in naklettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hayâ imandandır”. (Buhârî, İman, 16.)
Kaygılı gözler, her yerde onu arıyor, kulaktan kulağa herkes birbirine onu soruyordu: “Nerdeydi?” Herkes telaş içindeydi. Erkekler kadınlara sordu, büyükler küçüklere. Onu yitirmekten utanarak sordular, onu kaybettiklerini kimseye fark ettirmemeye çalışarak aradılar. Çünkü utanılacak bir şeydi: “Hayâ” hiçbir yerde yoktu… Onsuz olmuyordu. O olmadan kızarmıyordu yüzler, aksine yüzü kızaranlar utanıyordu. O olmadan çirkinlik akıyordu yüzlerden, gözlerden ve sözlerden… Nağmeler hep hayâsızlığa davet ediyordu. O olmadan insan çalıyordu, sövüyordu, öldürüyordu, tüm bunlardan hayânın yüzü kızarıyordu da insanların kızarmıyordu. Hayânın başı önüne eğiliyordu da hayâsızlık yapanlar başı dik yürüyordu. Çirkinlikler fazilet sayılıyor, hayâsızlığın kendisi bir erdem zannediliyordu. Türlü ahlaksızlıklar insanı tamamlıyordu da zavallı hayâ eksiklik olarak görülüyordu. Ancak şimdi anlıyorlardı ki hayâ olmadan insan tam olamıyordu, asıl onun yokluğu büyük bir eksiklikti. Ardından ağıtlar yakıyorlardı, hayâ onları terk etmişti. Kimseler onu görmemiş miydi? Atına atlayıp çok uzak diyarlara mı gitmişti? Masal ülkesinden haberler getiren o kahraman nerdeydi şimdi? Hangi taşın altına saklanmıştı? Yoksa ahlak
sızlıklardan utanıp yerin dibine mi girmişti? Sözlüklere mi hapsedilmişti? Aradılar, lügatlerin “H” harfine sordular, kütüphanelerin tozlu raflarına baktılar. Onun izini kitapların satırlarında sürdüler. Ve bir gün, güvenilir hadis kitaplarının başında gelen Buhârî’nin sayfaları arasından, Hz Peygamber’in sahabisi Abdullah b. Ömer (r.a.) getirdi müjdeli haberi. Çağlar ötesinden, hayânın yüzüne en çok yakışanının haberini. Göğsünde hayâyı en güzel taşıyanın haberini. Adı güzel, kendi güzel olanın haberini. Muhammed Mustafa’nın haberini getirdi. Hayâ timsali Nebî (s.a.s.), kayıp hazinenin kaynağına şöyle işaret etti: “Hayâ imandandır.” (Buhârî, İman, 16.) Bu sözle insanlar huzura erdi çünkü aradıkları uzaklarda değil, kendi içlerindeydi. Sevgili Peygamberimizin işaretiyle, her bir insan özlemini çektiği, yokluğundan şikâyet ettiği hayâyı kendi özünde, fıtratında, iman dolu kalbinde bulabildi. Demek ki kişi, Semî’ olup her şeyi işiten, Basîr olup her şeyi gören, Alîm olup kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen Rabbine iman ettiğinde hayânın tadına varabiliyordu. Zira Rabbi onu her an gözetlemekteydi. (Fecr, 89/14.) Gözler O’nu göremese de O, gözleri görmekteydi. (Buhârî, Tefsir, 31.) Her an huzurda olmanın bilincini taşıyan kalp, nasıl gaflette bulunabilirdi? “İhsan” şuuruna eren insanın eli harama, dili yalana, yüreği nifaka nasıl bulaşabilirdi? Ağızların susup ellerin, ayakların konuşacağı, gözlerin ve kulakların şahitlik yapacağı güne (Yasin, 36/65; Fussilet, 41/20-23.) inanan bir mümin, hayâsızlığa nasıl cüret edebilirdi? Rabbinden hayâ etmeksizin başkalarını nasıl incitebilir, ağlatabilir, aldatabilirdi? Zor sorulara cevaplar sunup kalplerimizi yatıştıran, bizlere izini sürdüğümüz hayânın adresini gösteren Allah Rasûlü, kendisinden hayâ edilip utanılmaya en lâyık olanın Rabbimiz olduğunu haber vermişti. (Tirmizî, Edeb, 22.) Bunun hakkıyla nasıl yapılacağı yine onun sözlerinde gizliydi: “Allah’tan hakkıyla
hayâ etmek, baş ve başta bulunan organlarla, karın ve karnın içine aldığı organları (her türlü günah ve haramdan) korumak, ölümü ve (toprak altında) çürümeyi daima hatırlamaktır. Âhireti arzu eden, dünyanın süsünü terk eder. Kim bu şekilde davranırsa Allah’tan gereği gibi hayâ etmiş olur.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 24.) Buna göre, Allah’tan gereği gibi sakınmanın, takva elbisesini (A’râf, 7/26.) kuşanmanın yolu hayâdan geçer. Hayâdan takvaya giden ince bir yol vardır. Hayâ, kalbi Allah’a bağlamaktan kaynaklanan bir rikkat, bir inceliktir. Böyle kalp sahiplerinde bulunan vakarlı bir duruş, edepli bir bakıştır. Bu latif hal, kalbin günahlarla kirletilmesi neticesinde kişiyi terk eder. Her bir ahlaksızlık, kalpteki hassasiyeti biraz daha öldürür ve onu katılaştırır. Her günah, edebimizden bir parça koparır, her çirkinlik güzelliğimizde bir leke bırakır. Her bir ahlaksızlık, utanan yüzümüzü, yaşaran gözümüzü bizden alır ve kişinin bütün sermayesi bir kızarmaz yüz, bir yaşarmaz göz oluverir. Yüzdeki o ince hayâ perdesi kalkınca, kişi aynadaki yüzünü tanıyamaz hale gelir. Oysa bu çirkinliğin sebebini, hayâyı kendisinden öğrendiğimiz, genç bir kız kadar kendisine hayâyı yakıştıran Sevgili Peygamberimiz (Buhârî, Edeb, 73.) şöyle haber vermiştir: “Ahlâksızlık bulunduğu şeyi çirkinleştirir; hayâ ise bulunduğu şeyi süsler.” (Tirmizî, Birr, 47.) Öyle bir süstür ki hayâ, insanı Yusuf (a.s.) kadar güzelleştirir. Hayâsızlık, Yusuf tabiatlılara zindandan daha karanlık gelir. Öyle bir süstür ki hayâ, insanı zarifleştirir, vakurlaştırır, Meryem gibi iffet timsali haline getirir. Osman (r.a.) gibi Peygamber övgüsünü hak ettirir, meleklerin dahi kendisinden hayâ ettiği bir mertebeye ulaştırır. (Müslim, Fezâil, 26.)
Makamlardan makamlara, imandan ihsana, mürüvvetten takvaya hayâ ile varılır. Zira “Hayâ, bütünüyle hayırdır.” (Müslim, İman, 61.)
Yaîş b. Velîd’in Zübeyir’in azatlı kölesinden, onun da Zübeyir b. Avvâm’dan rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.s.) şöyle dedi: “Geçmiş toplumların hastalığı size de bulaştı: Haset ve kin beslemek! İşte bunlar, kökten yok edicidir. Saçı tıraş eder demiyorum, aksine dini kökünden kazıyıp yok eder. Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki iman etmeden cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de mümin olamazsınız. Birbirinizi sevmenizi sağlayacak şeyi size haber vereyim mi? Aranızda selamı yayın.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 56.)