Enes b. Mâlik (r.a.)’ten nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dua, kulluğun özüdür.” (Tirmizî, Deavât, 1)
Çağırmak, seslenmek, yardım istemek anlamına gelen dua, en yalın haliyle, kulun en yüce varlık karşısında kendi acizliğini itiraf etmesi, O’na her haliyle muhtaç olduğunu beyan etmesidir. Kendisini her an gören ve gözeten, işiten, hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyin maliki olan bir yaratıcıya seslenmesi, O’nu her daim yanında bulacağını bilmesidir. Karşılaştığı sorunların üstesinden ancak O’nun yardımıyla geleceğinin ve beklentilerini ancak O’nun karşılayabileceğinin farkında olmasıdır. Dolayısıyla dua, kulun yalnızca Rabbine «kul» olduğunun bilincinde yaşadığının bir göstergesi, Allah’a olan iman ve teslimiyetinin, tevekkül ve samimiyetinin ifadesidir. Rasûlüllah’ın veciz ifadesiyle “Dua, kulluğun özüdür.” Rabbine kulluk etmek için yaratılan insan (Zâriyât, 51/56.), kulluğunu gerçekleştirdiği ölçüde O’nun katında değer kazanır. İşte bu yüzden Yüce Allah, şöyle buyurur: «(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” (Furkân, 25/77.) Kulluğun özüdür dua. Belki de bu yüzden Rabbimiz, kulları için yaşam rehberi olarak gönderdiği İlahî kelamını duayla başlatır: “Rahmân, Rahîm Allahın ismiyle (başlarım). Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün
mâliki Allah’a mahsustur. (Allahım!) Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” (Fâtihâ, 1/1-7.) Bu sözlerle kendisine yapılacak duanın nasıl olması gerektiğini öğretir adeta biz kullarına. Dualarımıza kendisini hamd ile tesbih ederek başlamayı salık verir. Yalnızca O’na kulluk etmemiz ve hayatımızı hidayet üzere sürdürmemiz için yine kendisine başvurmamızı ister. Ardından âlemlerin Rabbi olan yüce yaratan, “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (Bakara, 2/186.) diyerek kaldırır mesafeleri aradan. Duanın kullarıyla arasında yakınlaşma vesilesi, aracısız bir iletişim vasıtası olduğunu haber verir.
Şeytanın hileleriyle günaha sürüklenen Hz. Âdem ile Hz. Havva bağışlanma dileklerini bu yolla iletmişlerdir Rahman’a. (A’râf, 7/23.) Hz. İbrahim, kendisiyle birlikte neslinin de itaatkâr kullar olmaları için sarılmıştır duaya. (İbrâhîm, 14/40.) Hz. Nuh, kavminden çektiği sıkıntıları duayla arz etmiş; hastalığa duçar olan Hz. Eyyûb Rahmet-i İlahiye duayla sığınmıştır. Halkının eziyetlerine dayanamayan Hz. Yunus, onları terk edip bir balığın karnına düştüğünde pişmanlığını duayla dile getirmiştir şu sözlerle: “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum.” Hz. Zekeriyya’nın evlat arzusu, Hz. Süleyman’ın eşsiz bir hükümranlık tutkusu duayla iletilmiştir en Yüce Makam’a. (bkz. Enbiyâ, 21/76-90; Sa’d, 38/35.) Bütün bunları ve daha nicelerini bize hatırlatan Allah Teâlâ, kendisine açılan elleri geri çevirmediğini, bu duaları kabul ederek her bir peygamberi dileğine ulaştırdığını anlatır. Böylece, “Dua edenin duasına karşılık veririm.” sözünü nasıl gerçekleştirdiğinin canlı örneklerini gözlerimizin önüne serer. Ve doğrudan bizlere seslenir: “Bana dua edin, du anıza cevap vereyim.” (Mü’min, 40/60.) İnsanlığa rehber olarak gönderilen peygamberlerin yolundan giderek duayla çalmamızı ister kapısını Rabbimiz. Kendisine inanmamızı ve O’nunla olan ilişkimizi duayla canlı tutmamızı bekler. Dua çağrısını sık sık tekrarlamakla kalmaz, nasıl dua edeceğimizi de beyan eder: “En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin.” (A’râf, 7/180.) Dinde ihlâslı ve samimi kişiler olarak (Mü’min, 40/65.), yalvara yalvara, için için dua etmeyi; azabından korkup rahmetini umarak O’na iltica etmeyi öğütleyerek (A’râf, 7/55-56.) duanın adabını da tarif eder bizlere. Dahası “De ki” diye başlayan ayetleriyle bizlere doğrudan birtakım özlü dualar ezberletir ve Yüce Kitabını işte bu güzel dua örnekleriyle bitirir. (bz. Felâk ve Nâs sureleri)
İnsanı yeryüzünde başıboş bırakmayacağını bildiren sonsuz güç ve hükümranlık sahibi Rabbimizin kullarına açtığı bir kapıdır dua. Rabbinin davetine uyup bu kapıdan ayrılmayan kul, O’nunla doğrudan muhatap olmak ve rızasını kazanmakla daha da değerlenirken bu daveti reddedip kendisini müstağni görerek kibirlenen, bu nedenle Rabbine boyun eğmeyen kul ise değersizleşerek azaba layık görülür. (Mü’min, 40/60.) O halde devamlı olmalıdır dualarımız. Yalnızca sıkıntılı anlarda değil, refah zamanında da varmalıyız Rabbimizin kapısına. Sadece bir şeyler istemek için değil, Yüce Allah’ı övmek ve yüceltmek, kendisine duyduğumuz saygıyı ve hayranlığı dile getirmek, şükrümüzü sunmak ve her fırsatta O’na yakın olmak için başvurmalıyız duaya. Tıpkı Kur’an’da zikredilen peygamberler ve özellikle sünnetine sarıldığımız Rasûlüllah gibi. Ve yine onun gibi yatarken, kalkarken, yolculuğa çıkarken, yeni bir elbise giyerken, kısacası hayatın her anında Rabbimizi hatırlayarak duayla iç içe yaşamalı, dahası kendimize olduğu kadar başkalarına da dualarımızda yer vermeli ve onların da hayır dualarını almaya özen göstermeliyiz. Kulluğun özüyse dua ve Rabbimizin katında ondan daha kıymetli bir şey yoksa (Tirmizî, Deavât, 1.), samimi olmalıyız dualarımızda; kalbimizden geçenin dilimizden dökülenle ahenk içinde olmasını önemsemeliyiz. Zira gönülden gelmeyen, kabulüne inanılmadan, ciddiyetten uzak, gafletle yapılan dualar kulluk bilincini canlı tutamayacağı gibi Hak nazarında kabule de şayan değildir. (Tirmizî, Deavât, 65.) Rabbimizin bizleri kabul olunmayacak duadan ve duasız yaşamaktan koruması niyazı ile…