Yazan Selçuk İSMAİLOĞLU | Kastamonu Hacı Muzaffer Camii İmam Hatibi
(Bekke) vadisinde yapılan bir dua ile başladı mübarek doğum. Hz. İbrahim’in gönlünde büyüyen, tevhidi, teslimiyeti ve merhameti aşererek gelişen ve nihayetinde arşıâlâda gözlerini açan samimi bir dua ile… Birbirinden farklı sancılarla, sabrın doruklarını zorlayan çetin imtihanlarla, zemheri ayında terleten yürek yangınlarıyla beslenen bir dua… Sınırlı isteklerin, sınırsız ‘âmin’lerle desteklendiği, Kâbe duvarlarıyla birlikte yükselen ve adresi ‘naz makamı’ olan bir dua… Hâle değil, istikbale uzanan; geçmişe değil, geleceğe odaklanan; bencillik değil, diğerkâmlık kokan bir dua… Kul olarak elden gelen yapılmış, elden gelmeyenler Yüce Allah’a arz edilmişti. Kâbe inşaatında çalışırlarken sımsıcak kayalarla dağlanmış, keskin taş parçalarıyla çizilmiş, soyulmuş, kanamış ellerini açarak şöyle yakarmıştı Hz. İbrahim: “Ey Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden senin ayetlerini/mesajlarını okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek ve onları temizleyip arındıracak bir elçi gönder!” (Bakara, 2/129.) Yapılan bu duaya önce Hz. İsmail “Âmin.” dedi, sonra tüm mevcudat…
Allah’ın yeryüzünde insanlar için belirlediği tek hayat nizamı olan İslam’ın bayraktarlığı Hz. Âdem ile başlamıştı evvela. İslam sancağı ne zaman gönderden indirilecek olsa, onu tekrar zirvelere taşıyacak peygamberler yollandı peşi sıra. Allah’ın, elçileri aracılığıyla bildirdiği hükümler, zamanla insanlar tarafından unutuldu. Hayat nehrinin berrak aktığı da oldu bulanık aktığı da… Suları durultmaya çalışanlar da var oldu, çomakla karıştıranlar da… Hz. İbrahim’in bıraktığı o arı-duru İslam suyu da bozulmuştu zamanla. Şekli de bozuldu, kokusu da, tadı da…
Hakikate karşı gözünü kapatanlar, karanlıklarda kayboldu. Şeytanın vurduğu esaret boyunduruklarını gerdanlık zannedenler, köle iken efendilik tasladıklarını fark edemez oldu. İyiliğin üzeri kötülükle, hakkın üzeri batılla örtüldü. Fıtrat boyası, yapay ve sentetik boyalarla değiştirildi. Şeytanın ayak izleri, peygamberlerin ayak izlerinden daha fazla takip edildi. Allah’ın umudu olan insan, Allah’tan umudunu kesen şeytanın oyuncağı oldu. Çıkmazlar içerisindeki insanlık, yeni arayışların kör kuyularına düştü. İnançta oluşan sapmalar, ahlaki sapmaları da beraberinde getirdi. Tevhit inancını sembolize eden Kâbe dahi şirkin merkezi sayılacak bir yapıya dönüştürüldü. Kendi fıtratlarına uzaklaşanlar, Allah’ın da kendilerine uzak olduğunu düşünerek Allah ile aralarında koca bir uçurum peyda ettiler. Hayat boşluk kabul etmezdi elbet. Boşalan yerler mutlaka kapatılırdı. Tek Allah’a kul olmayanın, kul olacağı birçok ‘Tanrı’sı olacaktı. “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet/kulluk ediyoruz.” (Zümer, 39/3.) savunmasını yaptıkları putlar, Kâbe’den evvel kalpleri istila etmişti... ‘Hak’ ile irtibat kopunca, ‘halk’ ile irtibat da ayakta kalamazdı. Öyle de oldu. Adaletin yerini zulüm, sadakatin yerini ihanet, ilmin yerini cehalet, aklın yerini hurafe aldı. Duyarsızlık, sorumsuzluk ve vurdumduymazlık artınca yetimlerin, kimsesizlerin, biçarelerin iniltileri çoğaldı. Merhametin koltuğuna ‘acımasızlık’ oturunca, gök kubbede mazlumların ‘âh’ı yankılandı. Allah yokmuş gibi davranınca insanlık, ölçüyü de göz ardı etti, tartıyı da… Hesabı da bilemedi, kitabı da… Değerlerin değil, fiyatların konuşulduğu bir ortamda, insanlık onuru ayaklar altında olmaya mahkûmdu. Renginden dolayı dışlananlar, ırkından dolayı horlananlar, cinsiyetinden dolayı damgalananlar… Her biri etiketlenerek can pazarında piyasaya sürüldü. Nice körpecik filizler acımasızca soldurulurken, ölen kız çocukları değil, maalesef ‘insanlık’ oldu.
Miladi VI. yüzyılda, Fil Olayı’ndan yaklaşık iki ay sonra kutlu bir doğum gerçekleşti medeniyetlerin beşiği Mekke’de. Kâbe inşa edilirken yapılan o duanın muştusunu, Kâbe’yi savunmak için gönderilen Ebabillerin taşıması hiç de tesadüf değildi. Adaleti, sadakati, feraseti, ilmi, insanlık onur ve haysiyetini ayağa kaldıracak; ırkçılığı, asabiyeti, zulüm ve haksızlığı ayaklar altına alacak bir umut filizlenmişti. İşte o gün bir “Milat/Mevlit” olmuştu insanlığın son döneminde.
Abdülmuttalip… O mevlidi/doğumu en çok bekleyenlerden biriydi. Kureyş kabilesinin ihtiyar reisi, kutlu torunun dedesi… O sıralar duygu dünyası çok değişkenliklerle doluydu. Oğlu Abdullah’ı kaybetmenin hüznünü, Kâbe’yi kazanmanın sevincini, doğacak torununun heyecanını aynı dönemde yaşıyordu. Yaşlı reisin kalp atışları, haftalardır beklediği bir haberle daha da hızlanmıştı. Gelini Amine doğum yapmış, ciğerparesi Abdullah’ın bir oğlu olmuştu. Soğukkanlı ve metanetli duruşu, gelen bu haberden sonra yerini duygusallığa ve kırılganlığa bırakmıştı. Tek kanadı kırık, yaralı bir kuş misali dikkatlice aldı torununu kucağına. Oğlunun kokusuna hasret Hz. Yakup misali kokladı, öptü…
Âmine… Ah Âmine… Çağının Hacer’iydi artık o… Zordu ‘Hacer’ olmak... Çölün acımasız yasalarını ayakları altında çiğneyerek değiştiren bir mücadele kadını olmak zordu. Zordu, fakat imkânsız da değildi. Kahramanı Hacer gibi çocuğu için koşturacak, onun için çabalayacaktı. Hayatın inişlerini de çıkışlarını da onun hatırına aşacaktı. Çocuğuna hem analık, hem babalık yapacaktı. Bıkmadan usanmadan sa’y u gayret etmeliydi. Hacer’in çektiği zahmet, nasıl rahmeti (zemzem) fışkırttıysa, kendisinin çektiği zahmetler de insanlığa rahmet olarak geri dönecekti. Zira rahmet, zahmetin çocuğuydu.
Manevi bir iklimde, İbrahim’in, İsmail’in ve Hacer’in gelip geçtiği o mübarek topraklarda yavaş yavaş büyüyordu küçük Muhammed. Hz. Hacer’in ayak izlerinde koşuyor, Hz. İsmail’in oyun oynadığı yerlerde oyunlar oynuyor, zemzem pınarından kana kana su içiyordu. Sütanne diyarında gurbetin soğukluğuyla üşüdüğü de oldu. Annesinin vefatından sonra öksüzlüğün ateşiyle yanıp kavrulduğu da... Dedesinin nasırlı elleriyle yumuşacık dokunuşunu bile arıyordu onun yokluğunda. Böylesi yetimlik ve öksüzlük küçük yapısına ağır gelse de zorluklar onu olgunlaştırıyor, ileride yaşayacak daha büyüklerine karşı onu hayata hazırlıyordu âdeta.
Gençliğinin baharında, hayat yolculuğunda yükünü hafifleten candan bir yoldaşa kavuşmuştu. Âdeta onunla yeniden doğmuştu. Hz. Hatice, ona aile olmanın yanı sıra, sevincini hüznünü paylaşacağı sıcacık bir sırdaş olmuştu. Hira Mağarası’nda sırtına âlemlerin yükü yüklenirken koştuğu ilk sığınaktı o… Sadece aynı yastığa değil, aynı davaya da baş koymuşlardı. Hira mağarasında yepyeni bir doğumun sancısını çeken Abdullah oğlu Muhammed, “Âlemlere rahmet Hz. Muhammed” olarak gözlerini açtığında, yanı başında dağlar gibi dimdik duran Hatice’si vardı. Küçük yaştaki oğulları Kasım ve Abdullah’ı, amcası Ebu Talib’i ve Hatice’sini peşi sıra kaybetmenin hüznü bükse de belini, dara düştüğü zamanlarda Rabb’i yetişiyordu imdadına… Onu teselli ediyor, yalnız olmadığını hissettiriyordu. Rabbinden aldığı kuvvetle bir yandan vahyin diriltici soluğuyla insanlığa nefes oluyor, bir yandan şirkin yıprattığı zihinleri tevhit ipliğiyle ilmek ilmek dokuyordu. Susuzluktan katılaşmış ve çatlamış kalpleri, elleriyle suluyor, rahmetini sadece insanlara değil tüm kâinata dağıtıyordu.
O, atası İbrahim’in duası, kardeşi İsa’nın müjdesi ve annesi Âmine’nin rüyasıydı. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/127.) Yapılan o duanın, verilen o müjdenin ve görülen o rüyanın canlı şahitleri olarak, onu anmak daha da önemlisi onu anlamak ve izini takip etmekle mükellefiz. Her birimiz Hz. İbrahim’in duasındaki, kitabı ve hikmeti öğrenen ve arınanlar sınıfına dâhil olabilmenin sancısını çekmeliyiz. İçinde yaşadığımız çağın İbrahim’i, İsmail’i, Hacer’i, Âmine’si, Hatice’si olabilmenin formüllerini aramalıyız.
Hz. Peygamber’i konuşmak, balı konuşmak gibidir. Hz. Peygamber’i anlamak, balı tadarak şifa bulmak gibidir. Hz. Peygamber’in mücadelesini sahiplenmek, bal yapmak gibidir. Bunlardan en kolayı balı anmak, en zoru ise bal yapmaktır. Rabb’im bizleri Hz. Peygamber’i anlayanlardan ve misyonunu sahiplenenlerden eylesin. Mevlid-i Nebi ümmetin yeniden doğuşuna vesile olsun.