Yazan Halime KARABULUT | Almanya Essen Din Hizmetleri Ataşeliği Din Görevlisi
Hira’ya vardığımızda vakit akşamdı. Sanki yüzlerce Habeşli Bilal bir ağızdan ezan okuyor, Allah’ın misafirlerini namaza çağırıyordu. Gözlerimi kapatıp yüzüme vuran ılık rüzgârla, Almanya’da ezana hasret kulaklarımın huzuruna ortak oldum abdest aldırmak istedim. Günlerden perşembeydi. Şehirlerin anası Mekke’nin şehadetinde, bizi tutan orucumuz olsun diye niyetlenmiştik arkadaşlarla. İftarımız iki yudum suydu. Kim bilir Rasulüllah (s.a.s.) bu mekânda tefekküre dalarken, kaç gün aç kalmıştı? Yanımıza yiyecek bir şeyler almayı düşünememiştik. Peygamber
Efendimizin (s.a.s.) Nur Dağı’ndaki inzivasını ancak böyle anlayabilecektik belki de.
Akşam namazını mağarada kılmak isteyen gençler kapıya yığılıyor, biri çıkıyor, diğeri giriyordu. Biz sıramızı beklerken Mekke’nin akşamını seyrediyorduk, tenimizi okşayan yumuşak rüzgârın serinliğinde. Mağaranın gözüme, ezanın kulağıma verdiği ilhamla sordum etrafımdaki gençlere: “Peygamber (s.a.s.) Mekke putperestlerinin hâlini düşündükçe, toplumun içten içe çöküşünü gördükçe üzülüyor ve Rabbiyle baş başa kalmak için bu mağaraya geliyordu. Sizler Almanya’da sıkıldığınızda, daraldığınızda, Rabb’inizle baş başa kalmak istediğinizde gidebileceğiniz bir yeriniz/mağaranız var mı?” O an etrafımda bulunan gençler hep bir ağızdan; “Cami mağarasına sığınıyoruz hocam. Bizim de cami mağaramız var.” dediler. Bu cevabı nasıl olup da koro şeklinde söyleyebiliyordu bu gençler? Onlara söyleten kimdi? Bu cevap bana yetmişti. Ezanın ruhumu dinlendiren nağmesine gençlerin cevabı da eklenince, kopmuştum mekândan ve zamandan, başka âlemlere gitmiştim âdeta. Avrupa gençliği için cami ne demekti anlamıştım. O mağaraya güneşin dışarıdan giremeyeceğini, hocanın güneş olup mağaraya doğması gerektiğini, gençler bana öğretmişti. Mağarayı hoca aydınlatacaktı. Hoca ortamı ısıtacaktı. Hoca, gençleri zamanın rutubetinden, fırtınasından koruyacaktı.
Avrupa’da cami çok şey demekti. Gurbetin soğuk göğsünden hasreti emen çocukların, anne sıcaklığını buldukları mekânın adıydı cami. Lahmacun, mantı, tatlı ve diğer millî yemeklerin yendiği, bir süreliğine memleketin gurbete ışınlandığı andı, camide geçen zaman. Dünyanın tüm renklerini kendisinde toplayan, Müslümanların kalbinin toplu attığı yerdi.
Hira’da anlamamız gereken, anlatmamız gereken çok şey vardı aslında. Biz, mağaraya göz atıp inmek için çıkmamıştık. Ama vakitsiz çıkmıştık hazırlıksızdık. Yanımızda Kur’an-ı Kerim ve mealiyle çıkmalıydık. Her gence bir tanesini hediye edip onu ilk defa bize inmiş gibi okumalıydık. Okuma eylemini orada başlatıp gerisini Almanya’da tamamlamalıydık. Gençlerimizin büyük çoğunluğu kitap okumuyordu maalesef. Türkçe veya Almanca. Kur’an-ı Kerim ve mealini düzenli okuyan gençlerimizin sayısı azdı. Ailelerin çocuğa rol model olamayışının etkisi vardı elbette. Belki de şartlar ve ebeveyninin eğitim durumu bunu kaçınılmaz kılmıştı. Fakat aynı şekilde devam etmenin mazereti olamazdı artık. Olmamalıydı. Meslek sahibi olmaları için ailenin ve çocukların gayreti takdire değerdi. Fakat okul diplomasına sahip olmak, meslek öğrenmekti. Hayatı anlamak ve hayatına anlam katmak, dinini doğru yaşamak için kitap okunmalıydı artık. İnsana hayat verenin kitabı öncelikle okunmalıydı.
Velhasılı, okumanın değerini Nur Dağı'nda kavratmalıydık çocuklarımıza. Dinî ve dünyevi gelişmenin okumakla gerçekleşeceğini, ilk ayetin indiği mekânda “ikra” nidalarıyla duyurmalıydık. Gecenin karanlığında aydınlanmış olarak inmeliydik şehirlerin anası Mekke’ye. Avrupa’da kendilerine açtıkları mağaralardan Hira’ya yol almalıydı o günden sonra gençlerimiz. Bunun için rehber gerekmekteydi. Onlar, Ashab-ı Kehf misali gençlerdi.
İçlerini aydınlatacak, ruhlarını ısıtacak güneşi dışarda aramak nafileydi. Ne sadece okuldan mezun olup iş bulmak ne de iyi para kazanıyor olmak Müslüman genci mutlu etmeyecekti. Bunu en iyi aileleri biliyordu. Bir traktör veya arazi satın almak için gittikleri Almanya’dan biriktirilen paranın salt mutluluk vermediğini onlar iyi biliyordu. Artık kesin dönüş de olmayacaktı vatana. Çocukları büyüyünce daha iyi anlamıştı anne babalar. Öyleyse Almanya’da dinlerinin emrettiği gibi yaşamak neyi gerektiriyorsa onu yapacaklardı. Rasulüllah’ın (s.a.s.) yaptığı gibi, kendilerine ev almadan önce cami yapacaklardı. Çünkü çocuklarının geleceği için cami çok önemliydi. Kadınlar canla başla çalışmıştı. En iyi bildikleri yemekleri yaparak katkıda bulunmuşlardı derneğin bütçesine. Biriktirdiklerinden bağışlamışlardı. Babalar, kazançlarını ve güçlerini birleştirerek kubbesiz de olsa, cami inşa etmişlerdi. Bütün bunlar çocukları içindi. Ciğerparelerinin dünya ve ahiret mutluluğu için bu gerekliydi.
Meslek sahibi olmaktan daha önemliydi çocuğun dinini öğrenmesi ve yaşaması. Belki bunu fark etmekte biraz gecikmişlerdi. Fakat ben, gecikmemeliydim, İslam’ı anlatmak, Yüce Kitabı okutmak için gurbetteki evlatlarımıza.