paylaş
FaceBook

Muzaffer YALÇIN  
 
’Kim sünnetimi beğenmez (ondan yüz çevirir)se benden değildir.’
(Buhârî, Nikâh 1)

İnsanları itaatten uzaklaştıran manilerden biri olarak önceki sayımızda, ’dünya sevgisi’nden bahsetmiştik. Yazımızın bu bölümünde ise, Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz’e iman ve itaat noktasında ’nefsin’ insan üzerindeki menfi etkisine değinmek istiyoruz.

Rasûlullah (s.a.v)’e İman ve İtaat Hususunda Nefsin Menfi Etkisi
Nefis; varlığı âyet ve hadislerle sabit olup, insanın niyet ve ameline etki eden bir kuvvettir. Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Azîmuşşân’da; ’Nefse ve ona bir takım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene andolsun ki?? (eş-Şems, 91/7-8) buyurarak nefse yemin etmiştir.

İnsan, nefsini tezkiye ettiği takdirde Cenâb-ı Hakk’ın rızasına nail olacağı gibi, başıboş bırakıp her arzu ve isteğini yerine getirmesi durumunda ise esfel-i safilin derekesine düşer. Zira nefis, sürekli olarak çirkin işleri emreder bir hâl üzere yaratılmıştır. Onun her bir isteğini yerine getirmekte Hakk’ın rızasından uzaklaşma ve O’na muhalefet vardır. Kur’ân-ı Kerim’de nefsin bu durumu şöyle ifade edilmektedir. ’Muhakkak ki Rabb’imin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder.? (Yûsuf, 12/53)

Nefsin, bu âyette ifade edildiği üzere ’kötülüğü emretme’ vasfı insan üzerinde değişik şekillerde tezahür eder. Hiç şüphesiz terbiye edilmemiş bir nefsin, kötülüğü emretme vasfının tezahürünün en çirkin şekli ise; Allah ve Peygamberi’nden uzaklaştırmak suretiyle küfür ve itaatsizliğe taşımasıdır.

Nefis, insanı imandan alıkoyar

Çirkin ahlâkları ile nefis, yaratıcısı olan Allah’ı ve O’nun yoluna davetle memur olan Peygamberleri inkâra götürebilmektedir. İnkâra sebep olan bu ahlâkların en çirkini ise, nefiste var olan kibirdir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in lisanıyla kibir; ’hakkı iptal edip kabul etmeme ve insanları hakir görme? olarak tarif edilmiştir. (Ebû Dâvûd, Libâs 29)

’Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez.’ (Müslim, İman 147) hadîs-i şerifi kibrin, insanın, mü’minlerin yurdu olan cennete girmesine mani olan bir hastalık olduğunu haber vermektedir. Bizler bunun insanlık tarihindeki pek çok örneğine Kur’an ve Sünnet’in beyanlarıyla şahit olmaktayız. Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde kıssası zikredilen Firavun ve avenesi, bunun en büyük örneklerinden biridir. Allah (c.c), Ulu’l-azm Peygamberlerden olan Musa (a.s)’ı ve kardeşi Harun (a.s)’ı birçok mucize ve delillerle göndermesine rağmen onlar, kibirlenerek inanmadılar. Hatta Firavun kibir ve azgınlığında daha da ileri giderek ilâhlık iddiasında bulundu. ’Mukaddes vadi Tur’da Rabb’i ona (yani Musa’ya) şöyle seslenmişti: ’Firavun’a git! Çünkü o çok azdı. De ki: Temizlenmeyi ve seni Rabb’inin yoluna iletmemi ister misin? Böylece O’ndan korkarsın.’ Ve ona en büyük mucizeyi gösterdi. (O ise) hemen yalanladı ve isyan etti. Sonra (inkâr için) olanca çabasını göstererek sırtını döndü. Hemen (adamlarını) topladı ve onlara seslendi: ’Ben sizin en yüce rabbinizim!? (en-Nâziât, 79/16-24)

Yeryüzünde azgın ve kibirli bir millet olarak Yahudiler de kendi içlerinden gönderilen Peygamberleri, nefislerine ağır gelen, hoşlanmadıkları emir ve yasaklarla geldiklerinde yalanladılar ve hatta bir kısmını öldürme cürmünü işleyecek kadar ileri gittiler. ’Andolsun, İsrailoğullarından sağlam söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. (Fakat) her ne zaman bir Peygamber onlara canlarının hoşlanmadığı bir hükmü getirdiyse; onlardan bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.’ (el-Mâide, 5/70)

Yahudilerin ilâhî vahy ve risâlete karşı bu tavırları Efendimiz (s.a.v)’in risâletine karşı da aynı şekilde ortaya çıkmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın, Efendimiz (s.a.v)’i son peygamber olarak kendi içlerinden değil de bir Arap kavmi olan Kureyş’ten seçip göndermesi, taştan daha katı olan kalplerinde haset ateşinin alevlenmesine sebep oldu. Kibirleri ve Allah (c.c)’nun takdir ve seçimine karşı olan bu itirazları onları, kendi evlatlarından daha iyi bilip tanıdıkları Rasûlullah (s.a.v)’i inkâra ve birçok kez öldürme teşebbüsüne sevk etti. Onların bu durumları Kur’ân’da şöyle beyan edilmektedir. ’Kendilerine ellerindeki Tevrat’ı tasdik eden bir kitap (Kur’an) gelince onu inkâr ettiler. Oysa daha önce (bu kitabı getirecek peygamber ile) inkârcılara karşı yardım istiyorlardı. (Tevrat’tan) tanıyıp bildikleri (bu peygamber) kendilerine gelince ise onu inkâr ettiler. Allah’ın laneti inkârcıların üzerine olsun. Karşılığında nefislerini sattıkları şey; (yani) kıskançlıkları sebebiyle Allah’ın, kullarından dilediğine lütfüyle indirdiği vahyi inkâr etmeleri ne kötüdür! Bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. İnkâr edenlere alçaltıcı bir azap vardır.’ (el-Bakara, 2/89-90)

Âyet-i kerimelerin açık beyanı üzere görülüyor ki, bu azgın kavmin Peygamberlerini öldürmeleri, onların getirdiklerini kabul etmemeleri ve Hâteme’n-Nebiyyîn olarak Efendimiz (s.a.v)’in risâletini açık bir şekilde bildikleri halde inkâr etmeleri, ancak, nefislerinde taşıdıkları kibir ve hasetleri sebebiyledir.

Ebû Cehil’i, Peygamberimiz’e iman etmekten meneden de bu kibir ve gurur olmuştur. Bedir’de onu yaralı olarak bulan ve başını Efendimiz (s.a.v)’e getiren İbn-i Mesûd (r.a)’a ölmeden önce söylemiş olduğu şu sözler bunu açıkça ifade etmektedir: ’Arkadaşına (Muhammed’e) şunu ulaştır: Hayatımda, ondan daha çok buğz ettiğim hiç kimse yoktur. Bu gün ona olan kinim öncekinden daha çoktur.’ İbn-i Mesûd (r.a) onun başını getirip sözlerini nakledince Hz. Peygamber (s.a.v); ’Allahû Ekber! İşte bu benim ve ümmetimin Firavun’udur. Bunun, benim ve ümmetimin üzerindeki şer ve zararı; Firavun’un Hz. Musa (a.s) ve ümmeti üzerindeki şer ve zararından daha şiddetli idi.’ buyurmuştur. (F. Râzi; İbn-i Âbidîn)

Nefis, mü’mini itaatten alıkoyar

Kur’ân ve her biri hidayet yolunun kandilleri mesabesindeki sünnetlerden oluşan dinimiz, insanlara bir takım mükellefiyetler yüklemiştir ki, bunlar nefse ağır gelir. (el-Bakara, 2/45,143) Zira nefis, başıboş yaşama arzusu, inat ve kibir gibi çirkin vasıfları sebebiyle kayıt altına alınmaktan hoşlanmaz. Onun yegâne arzusu ve hazzı; ya fuzuli mubahlarla iştigaldir ?ki bunların işlenmesinde her an harama düşme tehlikesi bulunur- ya da Allah ve Rasûlü’nün yasakladığı haram veya şüpheli işleri işlemektir.

Allah Rasûlü’ne uymayan her bir hareketin kaynağında nefsin çirkin ahlâklarından biri bulunur. Yukarıda imana engel olma yönünü izaha çalıştığımız kibir, aynı zamanda Peygamber (s.a.v)’e itaatin önünde de en büyük nefsânî engellerden biridir. Şu hadîs-i şerif buna işaret eden güzel bir misaldir:

Seleme b. Ekva’ (r.a)’dan rivâyet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.v)’in yanında bir adam sol eliyle yemek yemişti. Rasûlullah (s.a.v) ona; ’Sağınla ye!’ diye emredince adam; ’Yiyemiyorum!’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v); ’Yiyemez ol! Onu böyle demeye kibri sevk etti!’ buyurdul

Sağ elle yemek, bugün belki birçok müslümanın önemsiz görerek ifasından kaçındığı sünnetlerden biridir. Ancak hadiste zikri geçen bu kimse herhangi bir mazereti olmadığı halde sırf kibrinden dolayı bu hususta nebevî emre itaat etmediğinden dolayı âlemlere rahmet olan Rasûlullah’ın hoşnutsuzluğunu kazanmış ve onun lisanıyla cezalandırılmıştır. Bu hadis, Rasûlullah (s.a.v)’in hiçbir sünnetinin küçük ve önemsiz olmadığını gösteren yüzlerce delilden biridir.

Cenâb-ı Hakk, Rasûlü’ne itaati farz kılmış ve bir mü’minin bu hususta sahip olması gereken hâli de şu âyet-i kerimeyle beyan etmiştir: ’Hayır! Rabb’ine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda (çekişmeli işlerde) seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme nefislerinde (içlerinde) hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.’ (en-Nisâ, 4/65)

Bu âyetin nüzul sebebi olarak zikredilen şu hadise, Rasûlullah’ın emrine teslimiyet ve rızanın ölçüsünü ifade etme açısından pek manidardır:

Bir münafık ve bir yahudi arasında çıkan bir anlaşmazlıkta yahudi, Rasûlullah’ın rüşvet almayacağına ve adil bir şekilde hükmedeceğini bildiğinden Rasûlullah’ın huzurunda davalaşmayı istedi. Ancak münafık rüşvet kabul edeceğini bildiği için bir yahudi olan Ka’b b. Eşref’in hükmetmesi taraftarı oldu. Yahudi meselenin Efendimiz’e intikali hususunda diretince münafık istemeyerek razı oldu ve Hz. Peygamber’e gelerek davalarını anlattılar. Rasûlullah (s.a.v) yahudi lehine hük¬metti. Dışarı çıkınca münafık yahudiye; ’Bu hükme razı değilim, Ebû Bekir’e gidelim.’ dedi. Ona gittiler, o da yahudi lehine hüküm verdi. Münafık yine razı olmayıp ’Gel, bir de Ömer’e gidelim.’ dedi. Birlikte Hz. Ömer’e gidip meseleyi arz ettiler. Hz. Ömer, münafığın Rasûlullah’ın hükmüne razı olmadığını öğrenince ikisine; ’Ben çıkıncaya kadar biraz bekleyin!’ deyip evine girdi, kılıcını kuşanıp çıktı ve kılıcıyla vurup münafığı öldürdü. Sonra da; ’Allah ve Rasûlü’nün hükmüne razı olmayan hakkında işte ben böyle hüküm veririm.’ dedi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl)

Kur’an ve hadislerle itaati farz kılınan ve Cenâb-ı Hakk’ın, emrine muhalefetten kesin bir şekilde sakındırdığı Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e, tam bir teslimiyetten alıkoyan nefisten daha zalim kim olabilir? ’Allah’tan bir yol gösterme olmaksızın kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapık kim olabilir?’ (el-Kasas, 28/50)

Din ikmal olmuştur. İnsanlara Allah’ı anlatma ve O’nun dinini tebliğ etme noktasında Rasûlullah’ta bir noksanlık yoktur. Zira Allah (c.c) onun tebliğine şahittir. Ona itaat hususundaki emirler de hiçbir meselede olmadığı kadar kuvvetlidir. Yolların en güzeli onun yoludur. Sahâbeler, ona ittibayı en güzel bir şekilde yaşamışlardır. Tüm bunlara rağmen Rasûlullah (s.a.v)’den, ona itaat ve sevgiden uzaksak ve insanlık için kemal derecede hazırlanmış İslam libasını üzerimize giyememişsek bunun sebebini ancak kendimizde, nefsimizde aramalıyız.

Şeytanın hilesi zayıftır ve onun kişi üzerindeki tesiri ancak bir vesvese ve kuruntudan ibarettir. ’İş bitirilince şeytan da diyecek ki: ’Şüphesiz Allah size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim, ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O halde beni kınamayın, nefsinizi kınayın.’ (İbrahim, 14/22) Buna binaen şeytan, dünya, kötü arkadaş, ilim ve sâlih amelden uzaklaşmak, kıylükal ile uğraşmak vb. faydasız işler insana ancak nefis vasıtasıyla tesir etmektedir.

Nefsin kendine zulmünü engellemek, onu sûî ahlâklardan temizlemekle mümkündür. Temizlenmediği zaman ise şu âyet-i kerimeyle bildirilen tehlikeyle karşı karşıya kalınır: ’Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü?..’ (el-Furkân, 25/43) İnsanı imandan ve itaatten alıkoyan nefsin tezkiyesi ise, ancak, şeriatın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak, sünnet-i Rasûl’ü aşk ve ihlâsla tatbik etmek, önderliğini Sahâbe’nin teşkil ettiği Allah dostlarıyla beraber bulunmakla mümkündür.

Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi, hep nefs-i emmârenin isteklerini yok etmek içindir. Dinin hakikatine ermek, ancak nefislerin itminan olup Allah’ın hükmüne boyun eğmesiyle mümkündür.(Mektûbat-ı Rabbânî, 221,363)
Bu dünyada nefsine, onu tezkiye ile merhamet etmeyen, âhirette Allah’ın merhamet ve mağfiretine nail olamaz.

’Andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.’ (eş-Şems, 91/9-10) ’Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini heva ve hevesten alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.? (en-Nâziât, 79/40-41)
 

You have no rights to post comments